Gökyüzüne bakınca birinin aklına gelmek, sen seversin diye belirli aralıklarla seninle paylaşması. Daha anlamlı bir hediye var mı bilemiyorum ama böyle güzel kalpler var hayatımda. Küçük detayların, başkasına saçma gelen küçük sevinçlerin, ee noldu şimdi bunu yapınca para mı kazandın denilen boş işlerin, arada bir de görüşülse hatırlayınca içini ısıtan arkadaşlıkların kölesi olduğumu fark ettim. “Yarın daha net görünür inşallah” mesajıyla gönderildi fotoğraf. Bugün yeni yaşıma girerken bir şey daha fark ettim. Ulaştığım yaşın ve idrak noktasının bana söyledikleri tam da bu. Bugün biraz bulanık ama yarın daha net olur. ( Ay tutulması var tabi onu hesaba katabiliriz. Neyse bilimsel kısmı geçelim 🙃) Kendimizi tanımak için her zaman bir ömür harcamak gerekmiyor, başka birisinin gözünden de bakabiliyoruz ve bence bu çok hoş 💫
Yazar: mediha
-
Şiir
Kendime kızgın bir halde söylenerek yürüyordum. Sonra başımı kaldırıp biraz durdum, sakinleşmek için bir iki cümle kurdum. “Vay be şiir gibi oldu hee” dedim. Şu halde şiirin de tam sırası zaten diye tekrar kendime kızdım. Sonra düşündüm, sahi bir şiir yazmak için en uygun zaman, en uygun yer nedir, hem acaba ilk yazılan şiir nasıldır? Kim, ne yaparken, ne düşündü de şiir yazdı?
Yazılı kaynaklarca bilinen ilk şair “Enheduanna”, Akad Kralı Büyük Sargon’un kızı. M.Ö. 2300’lü yıllarda yaşayan Enheduanna, babası tarafından rahibe olarak kiliseye gönderilmiş ve orada Sümer Aşk Tanrıçası İnnanan için şiirler yazmış. Oldukça uzun ve 50 tabletin bir araya gelmesiyle tamamlanan şiirleri Arkeolog Leonard Woolley 1925 yılında bulmuş. Bu dizeler de, İnnanan için yazılmış olan şiirlerin bir parçaymış;
Hayatım alevler içinde.
O beni dağlardaki böğürtlen dikenlerinde mecbur etti yürümeye.
Sıyırdı başımdan, bir baş rahibeye yaraşan tacı.
Bir hançer ve bir kılıç verdi elime ve dedi:
“Senin için yapıldı bunların ikisi de.
Çevir onları hemen kendi öz bedenine…” -
Martin Eden
İnsanı doğruları yaptığına inandıran nedir? İstediğin her şeyi yapacak kadar tutsak olmak, hareket bile etmeden özgürlüğün doruklarına ulaşmak; aradıklarımız mıyız, bulduklarımız mı yoksa öylece bırakıp gidecek kadar cesur olduğumuz an ki kişi mi? Ne çok düşündüm üstüne. Sonra gidip bir kitap okudum, “Martin Eden.”
Ben, olduğum yerde kalmanın azabını aklımda tartarken birisi “her şeyi çok rahat yaptığım için, fazla özgür olduğum için mi bu kadar mutsuzum diye düşünüyorum bazen” dedi. İkimizde aynı kitabı okumuştuk ama hem Martin’e hem de dünyaya başka açılardan bakmışız.
Ben kitap boyunca birisinin, sadece bir kişinin çıkıp Martin’e ” Çok başarılısın ve daha iyisi olmak için çok çalışıyorsun, kendini bu kadar yorma” demesini bekledim. Ama bir karakter de yazılanı bozup bunu söylemedi. Sonra başka birisi romanın gidişatından ve Martin’in tavırlarından psikolojik bir yorum çıkarmak isteyince “narsist olduğunu düşünüyorum” dedi. Narsist midir bilemem ama roman boyunca bir cümlesi aklımda dönüp durdu. “Her şeyi iyi edeceğim.” eğitimsiz halk ağzı konuşan bir gencin cümlesiydi.
Jack London / Martin Eden
“İçinizde bir güç var,” dediğini duydu, “ama eğitilmemiş bir güç.”****
Kendini ifade etmenin sırrını, kelimeleri uysal hizmetkârlar haline getirmenin yöntemini, onları bir araya getirerek tek tek sahip olduklarından daha fazla anlam ifade edecek şekilde birbirine bağlamanın yolunu keşfetmiş olanlar vardı.****
Yazdıklarına bakarak onun ruhunun ve kalbinin neye benzediğini sezebilir, rüyalarının yapıldığı malzemeyi ve yeteneğinin gücünü az da olsa kavrayabilirdi. -
Söyleyeceklerimi, sözcüklerimi toplayamıyorum. Onlar beni bulsun istiyorum.
Var mıyım, yok muyum? Vardım da neden yok oldum, hem yoksam neden var ettiler beni? Kitaplarda, hikayelerde, şiirlerde, birisinin öylesine söylenmiş sözünde, ne bileyim ima bile edilmeyen yerlerde arıyorum işte. Size değil kendime yenildim, kendi ayağıma bastım, kendi karnıma yumruk attım.
Ey beni var edecek olan bakış, yokluğum ne kadar umrunda? Sen beni bulamayacaksın ben hep yolunu gözleyeceğim. Yokluğun, boşluğun uslu çocuğu olmaya devam.
Arıyorum. Bir ara buluyorum da kendimi, az oturup sohbet ediyoruz sonra yine bir yerlere gidiyor.
Söyleyeceklerimi, sözcüklerimi toplayamıyorum. Onlar beni bulsun istiyorum.(Franz Kafka / Babaya Mektup)
Şu ana kadar bu mektupta görece az şey sakladım, ancak şimdi ve bundan sonra [sana ve kendime] itiraf etmekte hâlâ fazlasıyla zorlandığım bazı şeyleri suskunlukla geçiştireceğim.
***
Senin karşında kendime güvenimi kaybettim, onun yerine sınırsız bir suçluluk bilinci geçirdim. (Bu sınırsızlığın anısıyla, eskiden bir kişi hakkında doğru bir şey yazmıştım: “Utancının kendisinden daha uzun ömürlü olacağından korkuyor.”) -
Gitmek
Gitmek eylem olmaktan çıkıyor bazen. Et oluyor, kemik oluyor, kan olup damarlarında geziniyor, içinden çıkamadığın karanlık bir gece oluyor. Daha adım bile atmadan bitmez bir yol oluyor.
Şiirler, hikayeler, romanlar yazılır; betimlenir iyiden iyiye, bir kelimelik hissi anlatmak için dönüp durulur sözlerin içinde.
“Unutma bir şiir bir mısra için okunur”diyor Dücane Cündioğlu. Hayat da böyle; ikna olmayan kuvvetli bir inanç, gönülsüz bir razı olma hali, teselli edilmeye çalışılan küçük çocuk gibi. Hangi soruyu sorsan hangi cevabı alsan olmamışlık. Gitmek mi eylem olan yolculuk mu, cevap yok. -
“arama bulunmak istemeyeni”
Uzun zaman büyük bir hazine saklamışsın, korumak için tapınaklar yaptırmışsın. Bulsunlar diye umut etmişsin, bulamasınlar diye kaçmışsın.
Dönüp dolaşıp yola çıktın, yine kendi hikayene uğraman gerek. Artık şarkıların sadece bir şarkı, şehirlerin sadece bir şehir, yolların sadece bir yol olduğunu anladın. Büyümüş bir çocuğun heyecansız idrakı diyebilirim, öyle bir yolculuk.Shakéspare, “arama bulunmak istemeyeni” diyor. Ya aradığın kendinsen ve hiç uğramıyorsan kendi civarına. Kendi melodinle, yankınla dolaşıyorsan etrafta. Her sabah kulağına kendi hikayeni fısıldayıp hazineni heyecanlı birkaç cümleye sığdırıyorsan. Ne çok uzakta ne çok yakın, kim bilir belki o heyecanlı yankıdadır.” Var mıydık, belki biraz”.
Benlik, Oruç Aruoba
Çok acı çekiyor olmalı, kendi yerinde bu denli aykırı, yaşadığı dünyaya bu denli yabancı olmakla. -
Zaman
Zamanı değiştirebilsen ne yapardın? Nereye giderdin, kimin yanına, hangi yılda, hangi günde olmak isterdin?
Bir an önce yaşlanayım bakalım neler yapmışım mı derdin, lise falan iyiydi en güzel çağımda kalayım mı derdin? Belki de en küçük hallerine giderdin. Çocukluğunu bulurdun yol kenarında bekleyen. Elinden tutup önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakar “çocukluğunu karşıdan karşıya geçirirdin.”(Burak Aksak )
Zaman, hiç bir şeyi düzeltemez sadece üzerini örter.
Sakladığın acıların bir gün mutlaka ortaya çıkar.
Herkes zamanı geri alabilmek ister.
Kimi eski güzel günleri tekrar yaşayabilmek için,
Kimi, yaptığı yanlışları düzeltebilmek için.
Kimi ise sadece yaşadığını hissedebilmek için ister bunu.
Gelecekten korkanlarsa zamanı durdurmak ister.
Her şey o kadar iyidir ki;
Bunun bozulmaması için çaba gösterirler
Ama kimse şu anın değerini bilenler kadar mutlu değildir.
Geçmiş de gelecek de , onlardır.
Bazılarıysa zamanın ta kendisi gibidir
Ve her insan zamanın dünya üzerinde bıraktığı birer yara izidir. -
Dua
Bir hikaye vardır. Hz. Musa birgün dağlarda dolaşırken dua eden çobanı görür.
Çoban: “Allah’ım ben seni çok seviyorum istersen senin için en iyi koyunumu keserim, kuyruk yağını pilavına koyarsın. Ayaklarını yıkarım, bitini ayıklarım, ne istersen yaparım” der.
Hz. Musa yanlış dua ettiği için ona kızıp birkaç temel dua öğretir. Çobanın cahilliği yüzüne vurulunca üzülmüştür, eskisi gibi içten dua edemez.
Hz. Musa Rabbinin sesini duyar, biz kelimelere değil niyete bakarız, kelimelere baksak dünyada insan kalmazdı.Beş, altı sene önce hayatımın hep ters gittiğini, düzene sokamadığımı bunun sebebini düşündüm. “Acaba ben kabul olacak güzel dualar etmeyi bilmiyor muyum” dedim kendime. Bunu nasıl çözerim derken, en iyi bildiğim yöntem geldi aklıma güzel dua etmeyi öğreneceğim bir kitap aramaya başladım. Bir kitap bulup okudum. O sıra psikolojik rahatlama sağlamıştır ki biraz iyi hissetmiştim.
Aradan seneler geçince tekrar fark ettim. Uzun zamandır bir şey dilemek istemiyor dua bile etmiyordum. Dua etmeyi öğrenmek için kitap araştırdığım, bu eksiği kapatmam gerek, bu bozukluğu tamir etmem gerek diye çırpındığım günleri hatırladım. O zaman bu nasıl bir ihtiyaçtı, şimdi neden bu hissi kaybetmiştim? Yani özetle; büyük anlamlar yüklediğimiz, kıymet verdiğimiz her şey birgün sıradanlaşabiliyor. Nasılına, niçinine takılırken kaybediyoruz bazı şeyleri. Eğer içinden gelmiyorsa dua etmekte iki lafı bir araya getirmekten başka nedir ki?Güzel bir Musevi hikayesi vardır:
Müritlerinden biri hahama sorar: “Tevrat bize neden ‘bu sözcükleri yüreğinizin üzerine koyun’ der? Bu kutsal sözcükleri neden yüreğimizin içine koymamızı söylemez?”Haham yanıt verir: “Çünkü olduğumuz halimizdeyken, yüreklerimiz kapalıdır, o yüzden de o kutsal sözcükleri yüreğimizin içine koyamayız. Onları yüreklerimizin üzerine koyarız. Yüreğimiz bir gün açılacak ve sözcükler de o zaman onun içine girecektir.
Farkettim de genelde dua etmeye başlarken “Allah’ım konuşmamız lazım” diyorum. Bunu o kadar doğal söylüyorum ki, bir arkadaşıma söyler gibi. Allah’ı bir yere çay içmeye, bir iki saatlik sohbete davet eder gibi. Şimdi Hz. Musa ile karşılaşma ihtimalimiz olsa ne yapardım bilemiyorum. “Allah’ın çay içmedigini bilen bir cahil olarak ona ne söylerdim 🙃
Geçen sene Kemal Sayar’ın konuk olduğu söyleşiye gitmiştim. Moderatör programı açarken dakikalarca konuştu. Dua etti, teşekkür etti, organizasyonu yapanlara, ona bu imkanı sunanlara, falanlara filanlara… uzattı da uzattı. Uzun girişini bitirince Kemal Sayar’a: “Hocam ben hep böyle açarım programı, sizin de var mı böyle sürekli dualarınız dedi. Bu sorunun cevabını ben de merak etmiştim. Hem bu konuda donanımlı birisi hem de psikiyatrist oldugu icin vereceği reçeteye hazırdım 🙂 Kemal sayar “dua ederim, kendime özel dualarım vardır. Yalnız bence dualar ve rüyalar insanın iç alemidir, herkese anlatılmamalı, uluorta konuşulmamalı” dedi. Tam bir psikiyatrist/psikolog cevabı diye güldüm içimden 🙂 Yetişkin olunca her şeyi kalıba dökmek istiyor insan. Formülü bulup problemi çözmek, en kestirme yoldan eve ulaşmak istiyor.
(Başı Sınuklar İçin Kılavuz, Kemal Sayar)
“Başka bir kalp gidemez / Kırık bir kalbe/ Aynı yüksek imtiyazdan / Mustarip olmadıkça kendi de.” Bir şair dostum, ” İnsan annesini sever ve Tanrı’ ya inanır,” demişti, aslında bu kadar yalın… -
Ustalık Şiiri
Her sene küçük bir muhasebeye tutuşuyor insan. Neler oldu neler. Koştum, durdum, konuştum, sustum. “İyi halt ettin”dedim sonra durup “aferin be neler başardın” dedim. Kaç yaşına gelirsek gelelim büyümek zor. En büyük yanılgımın ustalaşmaya çalışmak olduğunu fark ediyorum, yolun neresindeyim diye düşünürken aslında hep yol aldığımı, çırak kalmanın rahatını anlıyorum. Bir yere ulaşmayacaksın; “her durakta bir şiir okuyup yola devam edeceksin” Çünkü duraklar beklemek için degil şiir okumak içindir”. Büyümek deyince aklıma hep bu şiir gelir arada açıp okurum. Yazarını hatırlamıyorum, not ederken yazmamışım.
USTALIK ŞİİRİ
Önüme baktım kelebek gördüm
Artık ustalaştım dedim
Önüme bakıp kelebek görmekte
Sıkıntıdan baktım önüme
Hüzünlüydüm ama içime değil önüme baktım
Artık ustalaştım dedim
Bazı hüzünlerde
(Bazıları ile hâlâ baş edemiyorum)Önüme baktım kelebek göremedim;
Kendi pis çamaşırlarımı, masanın dağınıklığını, hastalıklarımı, sevdiğim kadını, yokluğunu, güçsüzlüğümü…
Yazmayayım dedim.
Artık ustalaştım dedimLafı kıvırmakta.
Üzüntümün sebeplerini unuttum… geçtiler… Üzüntüm… işte sebepsiz durunca…
Önüme baktım kelebek gördüm
Biraz spor yapmalıyım çok basit
Doktora gitmeliyim çok basit
Alışveriş yapmalıyım çok basit
Artık ustalaştım dedim
(Bahaneye gerek yoktu)
Kelebeği attım şiirden -
“O benim arkadaşım, bu evde ki her şey gibi eski” diyor.
Çayımızı ikram ettikten sonra ileride duran radyosunu açıyor. “Sadece Diyanet Radyo’yu dinlerim. İş yaparken açarım, arkadan sesler gelir kulağıma. O benim arkadaşım, bu evde ki her şey gibi eski” diyor. Ben de radyoyu çok severim, çocukluğumdan beri radyo dinlerim diyorum. Sonra tanıdık bir sese gidiyor kulağım Nisan Kumru seslendiriyor. Şimdi bir şiir okumaya başlasa diyorum içimden. Yakın bir arkadaşı görmüş gibi hissediyorum. Sesler, bir yüzü görmek kadar önemlidir benim için. “Bir rüya duyar bir ses görürsün” diyor şarkıda. Bazen sesleri görüyorum bazen hayalet seslere suretler veriyorum kendimce, karşıma alıp anlatıyorum, oluyor öyle.
Ataol Behramoğlu
“İnsan seslerine tutunarak ilerliyorum
Kollarım alabildiğine açık
Yuvarlanmamak için uçuruma
**
Unuttuğum sesi annemin
Bazen düşlerimde çınlayan
**
‘Kendine iyi bak’ diyen sesler
‘Nasılsın’ diyen sesler
Kaygılı, dostça çınıltılı, ince, kalın, boğuk ya da tiz
Kendimi en kötü duyumsadığım zamanlarda
Duymak istediğim o sesler
Tutunarak güven duyduğum
Birlikte bir karanlığı geçtiğimiz…” -
Arkadaşım
İki gün önce çıkmış yumurtadan. Avucuma alınca kafasını eğip, uyudu. O kadar minik ve güzel ki saniyeler içinde, onu nasıl yere bırakacağımı düşündüm “ya birisi üstüne basarsa ya uzaklaşır onu bulamazsak, bacakları çok ince acaba durmakta zorlanıyor mu?” Bir sürü senaryo yazdım. “Sanki hep sen bakıyordun hayvana, daha bugün gördün ” dedim içimden. Korumak, gözetmek, önlem almak, sahiplenmek, müdahale etmek, durdurmaya çalışmak, kontrolü ele almak adı her neyse o duyguya hakim olmaya çalıştım bir süre.
Sonra yorgun ve durgun güzelliğimize sarılmak istedim. Biraz ona anlattım biraz ona bakıp sustum. Avucumda hareketsiz uyurken bana güvenmekten başka çaresi olmadığını, bu çaresiz güven duygusuyla nasıl huzurlu uyuduğunu düşündüm.
” Çok geç” dedim, ne ağır cümle değil mi ve ne kadar net. Hiçbir soruya hiçbir cevaba yer bırakmayacak kadar soguk, keskin. Bazen ne yaparsak yapalım değiştiremeyeceğimiz gerçekler var. Olaylar belli bir zaman önce olup bitmiş ama içinde yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz.
Hayat, Engin Geçtan
Ancak yaşantılarımıza dikkatle bakıldığında, pek çok şeyi, saati ayarlamış olduğumuz zamanda değil de “eşref saati” geldiğinde gerçekleştirebildiğimizi görebiliriz. Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu? -
Pablo
Kediler çok güzel. Dünyanın onlar için ne ifade ettiğini bilmiyorum ama onların dünyası çok güzel. Her şey istedikleri gibi. Beni en çok etkileyen yanları da biricik olduklarını bilmeleri. Eşi benzeri yokmuş gibi havalı, kendinden emin, istemezse yüzünü göremediğiniz, isterse zorla sevgi alan kendini sevilmeye layık bulan bir canlı ve bunu o kadar doğal yapıyorlar ki izleyip duruyorum.
Pablo 🐱 Kendisi dokunabildiğim, kucağıma alabildiğim tek kedi ödülünün sahibi bir süredir. Çok minikken korka korka da olsa ona alışmaya çalıştım. Bunu yapacağımı hiç düşünmesem de sakin olduğu ve yerinden kıpırdamak için on beş dakika harcadığı için bir kaç denemeden sonra başarılı oldum. Sanki uzun zamandır aradığım bir şeyi, bir hissi bulmuş gibi hissettim. Bu aralar büyüdüğü için daha seri hareket ediyor. Biraz tedirgin etse de çekingen bakışmalarımız çok hoş; Ben üzerime zıplar diye korkuyorum o da bakışımda bir sinsilik arıyor. Belki de onu sıka sıka sevenler gibi ilgi bekliyor benden. Bilemiyorum. Biraz öyle biraz böyle bir şekilde anlaşıyoruz. Ona yaklaşmak için ne kadar uğraştığımı, zaman harcadığımı anlatsam umrunda olur mu bilmem ama o bana bir şeyler anlatsa ben dinlerdim.
-
İnsan bir mezar taşı görene kadar öldüremiyormuş içindekini.
Uzun zaman sonra kalabalığa karışabildiğimiz bir bayram oldu. Bazı şeylerin kıymetini ondan mahrum kalınca daha iyi anlıyoruz. Sorular sorup cevaplar buluyoruz.
İki senedir öyle ama son bir sene çok garip geçti benim için. İnsanlara duyduğum ihtiyaç, uzaklaşıp bireyselleşmek bunların hepsi esip esip dağıttı. Hem sevinçten uçtuğum hem içinde kaybolduğum her şey iç içe geçti. ( Bir sene içinde en çok bu besteyi dinlemişim onu fark ettim) Herkes kadar yoruldum. Taziyesine bile katılamadığım yasını yaşayamadığım bir kaybımın mezarını ziyaret ettim aylar sonra. İnsan bir mezar taşı görene kadar öldüremiyormuş içindekini. Herkesin benimle birlikte baştan bir yas tutmasını ummuşum belli ki; insanların kayıtsız, unutmuş tavrı canımı sıktı, ona dair iki söz söylenir anılardan bahsedilir sandım ama kimse yapmadı. Birlikte olmak dediğimiz şeyin aynı zamanda yapayalnız olmaya katlanmak olduğunu her seferinde biraz daha anlıyoruz.Bayram gibi önemli günlerin klişeleri vardır; küsler barışır, her şey tatlıya bağlanır, ölüm var belki seneye çıkamayız diye bir türkü tutturulur. Küçükken beğenirdim bu tavrı, ikinci bir şans telafi gibi gelirdi. Şimdi en çok da buna gülüyorum. Kırabilmek bu kadar kolayken affetmek için ya da af dilemek için bayramları bekliyoruz. Benim için iki yüzlü bir kaçıştan başka bir şey ifade etmiyor. Yine de insanlarla yaşıyoruz bir şekilde.
Benim için bayram doğayı izlemek sanırım, arka tarafta koşuşan tavuklar, cıvıltılarıyla konser veren kuşlar, sağa sola gidip gelen diğerlerine seslense de kendi kendine rahat eden bir ayağı aksayan kara keçi. Sizin de bayramınız kutlu olsun 🌸
-
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk. Hiçbir yere gitmiyor.”
Yirmili yaşların sonunda ve daha büyük olanlar hatırlarlar. Küçükken en sevdiğim oyuncağım buydu. Pembeden maviye, sarıdan turuncuya geçen rengarenk bir şeydi. Geçenlerde oturup düşündüm bunun adı neydi, neden en çok bunu seviyordum diye. İnternetten adına baktım stres yayı yazıyor, canım sıkıldı daha havalı, tatlı bir isim bekliyordum.
Sonra çıkıp oyuncakçılarda aramaya başladım ve bulup aldım. Otobüse binmek için durakta bekliyordum bir yandan da elimde oyuncağımı evirip çeviriyordum. Tanıyanlar bilir, genelde duraklarda garip insanlarla ve komik olaylarla karşılaşırım anlatınca nereden buluyorsun bu olayları derler.
Neyse durakta beklerken bir teyze geldi yanıma oturdu. “Elindeki ne güzelmiş. Komşumuzun yetim çocukları var bundan istemişler, ağlamışlar ben de onlara alacaktım” dedi. Nereden aldığımı söyledim. “yaşlıyım işte nasıl gidip bulayım” dedi. Israrla durup durup yetim sevindirmek de sevaptır dedi. Başka zaman olsa al bunu çocuklara ver derdim. ( Bir ara bütün çocukları ve çocukluğu kurtarmak gibi hayallerim vardı. Dünyada ki bütün çocuklara ulaşıp bir şey söylemek istiyordum.) Sonra düşündüm, şimdiki çocuklar böyle bir oyuncak için neden kavga etsin? Hem neden ısrarla bunları söyleyip duruyor? Tavrı hiç samimi gelmedi. Saniyeler içinde kendimi kötü kalpli olmakla suçladım ama oyuncağını vermek istemeyen bir çocuğu dinleyip karar verdim. Niyetini anlayınca bir şey söylemedim sonra otobüse binip gitti.
Az önce ne yaşadım diye düşünürken durum daha komik geldi. Bu yaşımda elimden oyuncağımı alacaklardı 🙃 ama oyuncağımı vermedim. Belki de bütün çocuklara ve çocukluğa söyleyeceğim önemli söz budur; OYUNCAĞINIZA SAHİP ÇIKIN 🌸 -
Büyüdüğünüzü ne zaman anladınız?
Ben büyüdüğümü Edip Cansever şiirlerini anlamlı bulmaya başladığımda anlamıştım. Edebiyat hocamı hatırlıyorum. Ona çok sinir oluyordum. Kendisi gibi garip zevkleri var; Edip Cansever şiirleri ne biçim, hiç bir şey anlaşılmıyor demiştim ergen halimle.
Anne ve babasını sevmediğini söylüyordu, aile deyince sinirleniyordu. İnsan anne babasını nasıl sevmez, ne biçim evlat diyordum içimden. Yazdığım kompozisyonu okuyunca “matematik bölümünde ne işin var senin” demişti. Bir kere daha sinir olmuştum, ne karışıyorsa her şeye demiştim. Aslında yazmanın içimde uyandırdığı heyecanı ben bile fark etmemişim.
Sonra babasının okumasını hiç istemediğini köyde kalması için kitaplarını yaktığını, ailesine karşı sürekli savaş verdiğini anlatmıştı. Sonunda öğretmen olmuş ve karşımızdaydı. Hikaye daha anlaşılır olmuştu. Geçen gün lisede bir şeyler karaladığım defteri buldum. Hocanın adını yazıp bir sözünü not etmişim.
“Ben ne zaman beyin fırtınası yapsam, babam cereyan yapıyor diye pencereleri kapatırdı.”
Komik bir eleştiri. Bazen baş edemediğimiz, büyük savaşlar verdiğimiz durumların acı tarafını atlatıp onu mizaha dönüştürüyoruz. Büyümek. Bazen gürültülü oluyor bazen de zamanla, sessizce anladığın şeyin içinde buluyorsun kendini.
Şimdi Edip Cansever en sevdiğim şair ve şiirlerini okurken aklıma geliyor.“Bir cümle tuhafsa dikkat!
pek tuhaftır insanın tırnak çıkardığı
Sonra da boyadığı,
ne demeli sonra da kestiği.”
Edip Cansever -
Bomboş bir eylem olsa da bekle. Kendini, vaktini, kendi kalbini bekle.
Hayata karşı sinir bozucu bir sakinliği var. Sanki günler hiç geçmiyor, hayat elinden kayıp gitmiyor hiç yaşlanmıyor gibi yerinden kalkmadan yüz yıl yaşar. Sinirimi bozuyor neden hayatına bir şeyler katmıyor? Bir hayal, bir istek, bir heyecan kırıntısı yok. Çok iyi biri hem akıllı da. Hayatla biraz mücadele etse neler başarır haberi yok.
Sence de öyle mi? Kim söyleyebilir mücadele etmediğini, kim söyleyebilir savaşmadığını? Aslında en büyük mücadelenin susmak ve öylece durabilmek eyleminde olduğunu kim anlayabilir.
Arkana bakmadan kaçtığını, sürekli yollarda olduğunu, ulaşılacak bir yer yoksa da yürüdüğünü kim bilir?Evet sana acıyorlar; iteliyor, dürtüyorlar, ayağa kalk diye nazik dayatmalara başvuruyorlar ama sen onlara bakma. En güçlü yanın öylece oturmaksa, sessizlikse, canın kalkıp gitmek isteyene kadar öylece otur. Bomboş bir eylem olsa da bekle. Kendini, vaktini, kendi kalbini bekle.
Hayatı anlamıyorsun ama Engin Geçtan’ın “Hayat” kitabından bir bölüm alıp öyle bekle.
Sevilebilmek için kendimizi ortadan sildiğimizde, kendimizi ve başkalarını sevebilmemizin yolu da daralıyor, sevilmek için uğraşırken sevmekten uzaklaşıyoruz. Kendimizden vazgeçme sonucu biriken düşmanca duygular, yaşanmakta olan ikiyüzlülüğü daha da pekiştirerek kısır bir döngüye dönüşme eğilimi gösterir. Farkına varmaksızın yarattığımız kısır döngüler, hangi içerikte olursa olsunlar uyuşturucu niteliğindedirler, benliğimize egemen olduklarında hayatın akışı duraksar, yıllar geçip giderken aynı döngünün içinde tekrarlanıp durulur, çoğu kez farkına varılmadan.
-
“Daha derin yaralar için bazen doktor yetmez, şairin orada olması gerekir.”
Seni görüyorum, duyuyorum ve anlıyorum.
İçine düştüğün durumu yaşamış, o konuda sana yön gösterecek birisi; bazen en iyi ilaç budur, birinin sessizce yanında oturması. Bir gecenin günler, bir mevsimin senelerce sürmesidir ” ruhun karanlık gecesi.” İyileşmek için önce hasta olmak gerek diye bir söz var. Evet ama ya hasta olduğunun farkında değilsen.
Kanadı kırık bir kuş gibi çırpına çırpına uçarken, düştüğünün farkında bile değilsen.
Fark ediyorsun, alışıyorsun, hatta oturup yaranla konuşuyorsun. Yaranla yaşamayı, yaranla yaşlanmayı öğrendin ama yaralanmış olmayı hiç bir zaman içine sindiremeyeceksin. Dönüp dolaşıp bir anlatıcı hatırlatacak yaranı. Çocuk dünyanın kapısını aralayıp içine girecek, sen bile unutmuşken. Dinlerken, sen benmişsin demek istemiştin anlatıcıya oysa anlamadın ki sadece duydun. -
“Anı çöpçülüğü”
Birisiyle sohbet ederken her şeyle, herkesle bağ kurmayı, anısı olan şeyleri saklamayı sevdiğini söylemişti. Anlatırken ki heyecanını karşıdan duyabiliyordum. Benimki bir nevi “anı çöpçülüğü” demişti. Bu tanıma hem şaşırmıştım hem de çok hoşuma gitmişti.
Benim de bir kutum var. İçinde arkadaşlarımdan aldığım hediyeler, orta okula giderken dinlediğim radyo programından anı olsun diye bir kenara yazdığım not, dijital radyom yokken kanalların frekansını yazıp sakladığım kağıt, lisede kullandığım tuşlu telefonun dökülen tuşları bile var. Bazen bunları neden saklamışım diye düşünüyorum.
En son kutunun içine daldığımda bunları gördüm. Resimde ki mektubu arkadaşım Elis (5) yazmış. Elisçe yazdığı için okuyamayıp tercüme etmesini istemiştim. Beni doğum günü partisine davet ediyormuş. Kağıttan zarf yapıp boyamış kendi dilinde yazdığı mektubunu içine koymuş. Diğer notu da annesine yazdırmış. Manevi hediyelerin kalbimdeki yerini anlatamam. Çocukluk diye bir dünya var. Büyüdükçe oradan uzaklaşıyoruz, hesaplı kitaplı oluyoruz. O dünyadan, manevi heyecanlardan uzaklaştığımda gidip kendi çöplüğüme dalıyorum bir süre.
-
Kim ne hissediyorsa orada kalıyor.
Sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelen kış bitti. İki gündür hava çok güzel. Dün yüzüme değen hafif, ilık rüzgar beni o kadar mutlu etti ki. Sonsuz bir ferahlık duydum. Sonra durup düşündüm acaba etraftaki diğer insanlar bu rüzgarı fark ediyor mu? Onlar da benim gibi huzurlu oldular mı yoksa akıllarındaki düşüncenin içinde kayboldukları için farkında bile değiller mi?
Küçükken bütün insanların aynı şeyi hissettiğini sanırdım. Esen rüzgarın, gördüğümüz manzaranın, başımıza gelen olayların bıraktığı hisler hep aynı diye düşünürdüm ama alakası bile yok. (Kolektif bilinci fazla bulmuşum o yaşta) Birimizi havaya uçuran neşe diğerine ulaşmıyor. Gün batımını izlerken köyünü hatırlayanla, “bana Ramazan akşamlarını hatırlatıyor” diyen. Çiçeği görünce kokusunu hisseden hatta sesini duyan varken, yanından geçip giden hep birlikte yaşıyoruz bir şekilde.
Başkalarının hislerini merak etmeye o kadar alışmışım ki hala takılıp kalıyorum. Bazen, mum gibi sürekli yanan iki kişinin birbirine “kendini tüketme” demesi kadar faydasız; yardımlar, tahminler, teselliler. Kim ne hissediyorsa orada kalıyor. Kimi kalkıp köyüne gidiyor, kimi Ramazan akşamının içine dalıyor.
Yine ne anlatıyorum, ne konuşuyorum kendi kendime derken cevap geliyor sevdiğim bir şairden. “Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?”
-
“Sen bana böyle hissettirmiyorsun, ben en iyi böyle hissetmeyi biliyorum. Ve seni bununla suçlamayı…”
Bana yaklaştığında korkuyorum, kaygılanıyorum, uzaklaşmak istiyorum hatta çocuk gibi ağlıyorum. Ya yanıma gelirsen, zıplarsan, tırmalarsan. Hem yaklaşıp sevmek istiyorum hem ölümüne kaçıyorum. Senin de benden korktuğunu biliyorum ama benim korkularım daha büyük geliyor.
Sonra bakıyorum ki sadece seninle değil. Bütün dünyayla iletişimim böyle. İhtimaller, korkular, öfke, kırgınlık, sevgi ya da merak. Her şey karşıdakine yüklediğin anlamdan ibaret. Esas meselenin kendimle ilgili olduğunu anlayınca senin de yakanı bırakıyorum.
Bazen sayfalarca yazmak, günlerce konuşmak istiyorum. Anlatmam gereken önemli bir şeyler varmış gibi. Ancak böyle ifade edebilir mişim gibi. Sonra bir cümle görüyorum;“Sen bana böyle hissettirmiyorsun, ben en iyi böyle hissetmeyi biliyorum. Ve seni bununla suçlamayı…”
– Bir şarkı, Hüsnü Arkan’ da aynısını söylüyor.
“İçinde bir sen bulursun, büyümüş anlamış yorgun
Ah aman aman küçüğüm, bu yol sana gidiyor.” -
Çocukluk arkadaşım olan şehre farklı bir pencereden baktım dün.
Çocukluğunu sırtında taşırsın.
Şu an pek de önemi olmayan şeyler dünyanı kaplamış, şimdi ki seni oluşturmuştur çoktan. Büyük bir kalabalıkta annenin elini bıraktığın için kaybolduğun gün gibi yaşar gidersin. Hep yabancı, hep kayıp, ürkek bir çocuk.Tekrarlar garipdir yolun, amacın başka da olsa yarım kalan hesabı kapatmak istersin; bazen bir insanla, duyguyla, şehirle. Umutsuzluğun yerine güzel anılar eklemek gerekiyorsa yola çıkmalı.
Çocukluk arkadaşım olan şehre farklı bir pencereden baktım dün. Yeniden tanıştık, onu bilmem ama ben tanıştığımıza memnun oldum.
-
Yine de yeterince olağanüstüydüler ve kesin olan bir şey var: Daha iyisini bulana dek onlarla yetinmek zorundayız.
Otobüsün camından dışarıyı izlerken, bir arabanın arka camında yazan kelimeyi gördüm. Tanıdığım birinin çok sevdiği hayatına kattığı bir kelime. Bunu görmeden az önce de o kişiyi düşünüyordum. Kelimeyi okuyunca bir süre odaklanıp kaldım. Böyle bir anım olmasa sadece bakıp gecerdim muhtemelen. Belki dikkatimi bile çekmezdi ama durup yarım bir gülüş atacak kadar tepki verdim. Hala eski iletişimimiz olsaydı onu arayıp “bak ne gördüm” derdim. Kelimelerin gücüne inanırım; anlatmanın, dinlemenin. Kıymet vermek kişiseldir karşınızda bir muhatap olmasa da. Her şey bir tesadüf mü yoksa bizim dünyamızda olup bitenler mi?
* Fizikçi Richard Feynman, aposteriori saptamalar hakkında söyle bir espri yapardı: “Biliyor musumuz, bu akşam akıl almaz bir şey geldi başıma,” derdi. -Plakası ARW 357 olan bir araba gördüm. Düşünebiliyor musunuz? Bu akşam eyaletteki onca plaka arasından o mústesna plakayı görme olasılığım ne kadardı acaba? Inanılır gibi değil dogrusu.” Anlatmak istediği elbette şuydu: Her olağan durumu olağanüstü göstermek kolaydir, yeter ki onu kaderin bir cilvesiymis gibi düşünün.
Demek ki yeryüzünde yaşamın doğuşuna önayak olan olay ve koşullari, olduğunu düşünmekten hoşlandığımız kadar olağanüstü olmaması da mümkün. Yine de yeterince olağanüstüydüler ve kesin olan bir şey var: Daha iyisini bulana dek onlarla yetinmek zorundayız.
HEMEN HER ŞEYİN KISA TARİHİ / Bill Bryson
-
“Neden eve dönmekten ibarettir hayat.”
Küçükken çıktığı yolculukta bu kadar kaybolacağını kendisi de tahmin etmemişti ama henüz oradan dönmemiş, bunu başka bir yolculuktayken fark etti. Yollar değişse de yaralı, küçük bir yolcu olma hissi hep kalıyor. Uzun yolları sevmez, bu biraz daha kısa diye kendini yatıştırıp yenisine çıktı. Yine tercih değil mecburiyet yollar; gitmenin korkusu, kalmanın sancısı. O küçük yarasını her gün kanatıp durmamak için yola çıktı. Yolculuklar hep bir arayış ya da kaçış için. Sonuç mu? Bazen aynı cevapları alıp bildik duygularla, sessizce bazen de başka biri olduğunu sanarak küçük bir coşkuyla yine eve dönmek.
* “Dönelim…Dönmek yenilmektir biraz da,
yarım kalmasıdır
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü
kabuklarına sığınmaktır…
Olsun dönelim biz yine de.
Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.”
Şükrü Erbaş -
“ya ben öleyim mi söylemeyince”
Kendini bir şeyden koruyan tavır, öyle olmayı öğrenmiş bir varoluş. Susmanın lanetini yenmek için konuştuğu her seferinde, kaybolmuş bir çocuk gibi ortalıkta buluyor kendini. “Dünyaya alışmış, çabasına bir isim vermişler” gibi olamıyor. Ne dışarıda kalmanın ne de içeride olmanın bir yolu yok. Karışamadığı kalabalıklara uzaktan bakıyor. Sözlerini de yanına alıp gidiyor. Bu yüzden laneti devam ediyor. Susuyor.
(Köksal Alver / Edebiyat Sosyolojisi)
Anlatmak, tıpkı hikâye gibi asıl ve temeldir. İnsan, anlatandır, anlatmak zorunda olan bir varlıktır. “Öyküler duymak ve anlatmak insanın temel bir dürtüsüdür”. Yunus Emre’nin “ya ben öleyim mi söylemeyince” dizesi biraz da bu zorunluluğu açıklamaz mı? Söyleyemeyince ölmek… söyleme ile yaşamak arasındaki yıkılmaz köprü… İnsan, söyleyemeyince boğulur; içindeki onu yiyip bitirir. Dayanamayacağını bildiği için de konuşur ve anlatır. “Anlatma serüveni, bir yönüyle gerçek dünyanın şekli şemaili ve yaşanılırlığını yeniden keşfe yönelir. Hatta sadece keşifle yetinildiği de söylenemez. Anlatarak yapar, kurar, düzenler ve adeta yeniden inşa eder. -
“Korku Kültürü (Niçin ‘mış gibi’) Yaşıyoruz?”
Sabah otobüse bindim, Şoför yolcunun biriyle konuşuyordu. “ Otobüse bindiğinden beri ne geri gittin ne ileri. Yolu tıkadın kaldın. Hem engellisin hem engelli kartın yok. Bir de şoförlere dikleniyorsun. Bari kendini biraz acındır. Seni tanıyorum diye aldım başka otobüse binemezsin haberin olsun.” Dış görünüşünden engelli olduğu hiç anlaşılmayan adam “ geçen gün şoförün biriyle tartıştık kavga edecektim, ben de kızdım kırdım kartımı, yenisini çıkaramadım” dedi. Gönülsüz bir merakla dinleyip, başını bilmediğim bu sohbette kendimi bir şoförün bir yolcunun yerine koyup anlam vermeye çalıştım. Haklı kim, mağdur kim? Duyduklarım canımı sıktı. Aklıma okuduğum kitabın daha dün akşam bitirdiğim kısmı geldi. Doğan Cüceloğlu’nun “korku kültürüyle yetişmiş toplum” tanımı tam da bu durumu anlatıyordu. Korku Kültürü (Niçin ‘mış gibi’) Yaşıyoruz?” adlı kitabında:
• Bir toplumda “korku kültürü” egemense, orada ne “gerçeğe koşulsuz saygı” vardır ne de ´can´ önemsenir. Her şeyde olduğu gibi bilimsel düşünce de gelişemez ve hayatlar ancak “mış gibi”yaşanır.
Bir toplumda “korku kültürü” egemense insan, insan olma sürecini tamamlayamaz. “İnsanmış gibi” görünür, ama gerçek insan olamamıştır.
Bir toplumda “saygı kültürü” egemense insan, insan olma sürecini tamamlayabilir. İnsanmış gibi görünür ve gerçekten insandır ve insan gibi düşünür, duyar ve davranır.
Gerçek insan olma sürecini tamamlayamamış insanlar mış gibi yaşarlar.
Korku kültüründe yaşayanların temel sorunu şudur: insanlar, mış gibi yaşadıklarının farkında değildirler. Mış gibi yaşayanlar çoğunlukta olduğu için mış gibi yaşamak o toplumda normal yaşam tarzı olur. -
Küçük kalbi çalar saat gibi gürültüyle, titreye titreye çarpardı.
Okula gitmekten, sokaktaki hayvanlardan,komşunun zorba çocuklarından, evlerinin karşısındaki ekmek fırınında çalışan dilsiz adamdan hatta başı eğik yürürken çarptığı, sokağın başında duran büyük elektrik direğinden bile korkardı. Küçük kalbi çalar saat gibi gürültüyle, titreye titreye çarpardı.
Bir çocuğa yapılacak en büyük kötülük iradesi dışında olan şeyler için onu suçlamak ve korkularına duyarsız kalmaktır. Suçluluk duygusu ve korku ruhunu parçalar, hayatı boyunca parçaları bir araya getirmek için çırpınıp durur.*Deli çocuğun güncesi/ Özgür Bacaksız
“Okuduğum kitaplarda kendime benzer bir şeyler aradım, bazı şarkılarda beni anlayacak hisler aradım, kendimi notaya dökecek zamanlamaları bekledim.
Bazı filmlerin içinde kendi karakterimi aradım, aradığım tek şey kendi yansımamı görmekti. Ama tüm bunlardan habersiz, varoluşumu dikizlerken çok şey yapmışım.
Kendi kitabımı yazmışım, kendi şarkımı söylemişim, kendi filmimi çekmişim. Başrol oynamışım. Söylemediler, görmedim, bilmedim. Aramaya devam ettim. Yansımalar dünyasında hep bir ışık aradım. Rolünü ezberlemeden sahneye çıkan tiyatrocu gibiyim artık.
Büyümem de, delirmem de, yalnızlığım da emeği geçen herkesin gözlerinden öperim.” -
Bir insan ya da ağaç nasıl büyür, nasıl gelişip kendisi olur?
Bir insan ya da ağaç nasıl büyür, nasıl gelişip kendisi olur? İhtiyaçlarımızı karşılayarak büyüyoruz, dünyayla temas ederek. Bazen, kolayca kök salıp büyüyen, az toprak olsun biraz da su diyen, gün ışığını görür görmez canlanan ağaçlar gibiyiz. Bazen de olmuyor işte, toprak var hava, su, güneş… Ama yok. Olmaz ki. Ben ne bu toprakta kök salabilirim ne de büyüyebilirim. Başka bir ihtiyacım var hiç aklıma gelmeyecek, bildiğimin dışında. Bir kuşa ihtiyacım var. Nasıl yani?
Üstün Dökmen’in şiirleri, hikayeleri, romanları hepsini çok seviyorum. Kendimi, insanları, doğayı, dünyayı anlamam için zihnimde kapılar açıyor. Her defasında dünyaya güzel bir merakla bakıyorum.(Üstün Dökmen)
Sedir ağaçları -Gedrus Libani- gökyüzünü tutar geceleri; meşe, ardıç, gürgen, kayın, ahlat, alıç, yemişen, iğde, böğürtlen, kızılcık (zoğal), mahlep (yabani kiraz) vardır. Her birinin ayrı bir hikayesi vardır. Ardıç ağacının tohumundan ardıç fidanı üretemezsiniz meselà. Ardıç ağaçlarının tohumunu ardıçkuşu yer. Ardıçkuşunun bağırsağından geçip atılan tohumlar toprağa düşünce filizlenir, ardıç fidanı biter. (Dodo kuşu gibi bir gün ardıç kuşu da giderse, ardıç ağaçları da gider.)Hadi dindir aşkımı güzelim, hadi dindir. Ardıç ağacının soyu, ardıç kuşunun yolunu gözler; Ben seni gözlerim. Gözlerim gözlerine değmeden soyum sürmez sevdiğim
-
Belki de sır, Şair John O’ Donohue’nin söylediği gibi, “Allah’ı aramaya çıkmakta değil Allah’ın sizi bulmasına izin vermektedir.”
Bir kitap okurken zamanlaması hep dikkatimi çekmiştir. O sırada hayatımın akışıyla ilgili küçük detaylar, hisler bulurum kitapta. Altı sene önce bebek beziyle ilgili bir işle uğraşmam gerekti. Ne alaka bebek bezinden ne anlarım ben? Ne yapacağımı bilemiyor biraz geriliyordum. Yolda gidip gelirken Murat Menteş’in Dublörün Dilemması kitabını okuyordum. Roman kahramanının bebek bezi fabrikası vardı. Kitap bu konuda ufkumu açmadı tabi.
Ufak ve komik bir tesadüf olmuştu.Geçen sene Posta Kutusundaki Mızıka kitabını okurken de çok sayfanın altını çizmiştim. Koşmaya devam mı, yoksa biraz duralım mı? Sanki ben sordum samimi bir arkadaşım sabırla yanıtladı. Sonra bir cümleyi alıp aylarca yanımda taşıdım. Cor no edito!
En son Kemal Sayar’ın Başı Sınuklar İçin Kılavuz kitabında hissettim bu duyguyu. Doğum günümden bir hafta sonra söyleşide hediye etmişlerdi, hediye gibi hediye. Dünyayla aramda bir kapı açtığını hissettim. Herkes gibi biraz yabancısıyım malum. Yaşlanıyorum, yolun neresindeyim derken. Biraz da bu merakla okumuştum. Açmazlarımız vardır; kimiz, neyi ararız, nerede aramamız gerekir, her arayan bulur mu, bulanlar arayanlar mıdır? Soru neyi aradığımıza göre değişir ama kılavuzdan güzel bir yanıt gelir.
* Belki de sır, Şair John O’ Donohue’nin söylediği gibi, “Allah’ı aramaya çıkmakta değil Allah’ın sizi bulmasına izin vermektedir”.
-
Dünyayı parmak uçlarımla görüyorum.
“Dünyayı parmak uçlarımla görüyorum.”
Bu tablolar doğuştan görme engelli ressam Eşref Armağan’a ait. Seneler önce belgeselde izlemiştim hayatını. Babasının ona bir kelebeği tarif etmesi ve kabartma olarak tanıtması üzerine dokunarak etrafını tanımaya, öğrenmeye başlıyor. Hiç görmediği bir dünyayı resimlere döküyor, dokunma duyusunu görme duyusuna dönüştürüyor. Sadece Türkiye’de değil bir çok yabancı üniversitede araştırma konusu olmuş, hikayesi o kadar güzel ve güçlü ki insan şaşırıyor. Beş sene önce sergisine gittiğimde hayranlığım daha da artmıştı.
( Sergiyi öğrenmem de başka bir tesadüf.) Bir arkadaşımla tramvaya yürürken öğrenme, hikayelerle kodlama ve resim konularını konuşuyorduk. Kendimi tutamayıp ona Eşref Armağan’dan bahsettim. Tramvaya binince “kafanı eğ bakayım deyip” hemen arkamda asılı olan sergi afişini göstermişti.
Kendimize çizdiğimiz sınırlar, içerisinde dönüp durduğumuz kalıplar, engeller… Bakmayı ve görmeyi öğrenirsek hepimiz birer hikayeyiz.
-
Günlük
Birinin “günlük yazmayı çok istedim ama ölürsem yazdıklarım ne olacak korkusuyla hiç yazamadım” dediğini anımsadım. Yazacaklarından mı korkmuş, birilerinin bu korkuları öğrenmesinden mi? -ee ölmüşsün zaten diyor içimdeki çok bilmiş ses.
Neredeyse on beş senedir günlük yazıyorum. Yazmadığım zamanlar da olmuş, “kaydını tutacağına yaşa gitsin” demişim muhtemelen. Büyüdüm ben ya falan da demişimdir. Arada yine öleceğimi ve günlüğümü düşünüyorum. Günlük tutmanın ömrümün muhasebesi olduğuna karar verdiğim günden beri başka bir gözle yazıyorum.Cem Mumcu “Kendine Bakma Kitabı” adlı kitabında, insanın yazma ihtiyacını ortaya çıkaranlar hep en yakınlarıdır diyor. Annemiz, babamız, akrabalarımız… Belki çoğu şeyi onlar da okuyacak kaygısıyla yazmıyoruz ya da gün yüzüne çıkarmak istemiyoruz. Kitabı bitirdikten sonra kendime tekrar baktım ve şu cümleleri alıp yastığımın altına sakladım.
“ Bir keresinde bir şey dinlemiştim göğsüme saplanmıştı, bir keresinde bir şey okumuştum bir bıçağın ucu gibiydi, bir keresinde birine gerçekten bakmayı denemiştim gözüm kanamıştı ve bir keresinde aynaya bakmayı başarmıştım. O gün bugün hepsi kovalar beni. Sonunda bıraktım kaçmayı… Anladım kaçacak bir yer olmadığını dahası kaçılacak da bir şey.
Korkumun kendisiydi korktuğum, kaçtığım şeyse kaçmanın kendisi. “Aynadan kırık bir parça uzatsam okura, bakar mı acaba, eli kesilir mi?” demeyi de bıraktım. Kimisi eldiven taksın, kimi kanamayı denesin, kimi kaçıp kendinden kurtulsun. ” -
Durağa plaj şemsiyesi koymuş diye bakkala gülemezsin.
Bu fotoğrafı her gördüğümde “Bazen hiç önlem almamak önlem almaktan daha iyi” diye gülüyorum. Çünkü komik.
Sonra hatırladım ki o gün gerçekten çok fazla yağmur yağmıştı. İş yerimin karşısında olduğu için, akşama kadar yağan yağmurda az da olsa şemsiyenin altına sığınıp korunmaya çalışan insanları izledim. Evet az da olsa birilerine faydası olmuştu. Biraz ilerideki bakkalın fikri. Şemsiyesini getirip durağa bırakmış. Esnaflar mahallenin süper kahramanı olur bazen ( Misal Erdal bakkal). Beş yıl önceydi şimdi o şemsiyenin yerinde üzeri kapalı düzgün bir durak var.
2 ay önce depremde dışarıya kaçtığımızda da karlı, yağmurlu bir geceydi. Herkes sığınacak yer ararken karşıdaki büfenin sahibi hemen dükkanını açıp mahalleliyi içeriye aldı bir de çay ikram etmişti. Öğleye doğru mahalledeki büyük ekmek fırınından gelip herkese bedava ekmek dağıtmışlardı. O gün hem ne kadar aciz ve yalnız olduğumuzu hem de birlik duygumuzun güzelliğini hissetmiştim. Yine ne anlattım kendi kendime yazdım da yazdım, bütün esnafı kahraman yaptım gece gece. Bu anlattıklarımdan bir şeyler çıkarma ders alma zorunluluğu yoktur. Okuyan herkes istediğini anlayabilir. Neyse kendime not; durağa plaj şemsiyesi koymuş diye bakkala gülemezsin.
-
Hiç bulamayacaksak neden arıyoruz?
Hiç bulamayacaksak neden arıyoruz?
Ya bir pencereden bakarım ya da duvar diplerinde ararım, yürürken hep Ay’ı izlerim ki küçükken onun beni takip ettiğini sanırdım. Neden hep peşimizden geliyor? Hem şu an benim peşimdeyse başkaları onu nasıl görebiliyor, yukarıda asılı duran bu şeyi dünyadaki bütün insanlar nasıl aynı anda görebiliyorlar? Meğer göğe bakmak üzerine yüzlerce şiirler, şarkılar yazılmış o zamanlar pek bilmiyordum.
Feridüddin Attar’ın bir hikâyesi var. Bir saka, yolda bir başka sakayla karşılaşıyor ve diyor ki: “A kardeşim, bana bir tas su verir misin, çok susadım.” Diğer saka şaşırıyor: “Sende de var aynı kırba kardeşim, niye kendi kırbandan doldurup içmiyorsun. Susuzluğunu gidermiyorsun.” “Kardeşim, sen bana oradan bir tas su ver. Çünkü ben kendi suyumdan bıktım.”
Kendi suyundan bıkmak, büyümek biraz da bu sanırım. Hâlâ yürürken Ay’ı izliyorum, benim peşimden gelmediğini bilecek kadar büyüdüm ama yine de fotoğraftaki bulutun üzerinde gülen yüz emojisi olmadığını söyleyemezsiniz bana. Yani söyleseniz de bana ne.
“Hani ya nerede emoji? diyenler de, “evet orada kocaman gülen yüz emojisi var” diyenler de hepiniz haklısınız.
-
Fındık büyüklüğünde nara benzeyen yemişler.
Fındık büyüklüğünde nara benzeyen yemişler. Ne olduklarını çok merak etmiştim. “Bu Mersin ağacı, Murt da derler” dedi bahçenin sahibi. Mersin’de Mersin ağacı vay diye gülümsedim. “Bayramlarda yapraklarını götürüp mezarlara dikeriz. Yeni doğan bebekleri yıkarken sularının içine koyarız, pişiğe falan iyi gelir”dedi. İlk defa böyle bir şey duymuştum çok garip. Hem mezarlara konulan hem de yeni doğan bebekler için kullanılan bir bitki. Sonra araştırdığımda Murt, Mersin ağacının mitolojik bir hikayesi olduğunu da öğrendim; bir ağacın dalını kopardığı için donup ağaca dönüşen annenin kuruyup kalmadan önce çocuğunu kucağına alarak ona nasihat ettigi bir hikaye. Ölüm ve yaşam. Bitiş ve başlangıç. Hayatın nerede bitip nerede başladığı herkes için göreceli aslında.
“Kolumuz bile iki tane, bir gözümüz giderse diğeri var” dedi bahçenin sahibi. Pek de güven vermeyen bir teselliydi, ikna olmadım ama başka çarem de yoktu. Siyah civcivin sessiz dostluğu daha anlamlı gelmişti. Hiçbir şey ölüm kadar kesin değil ama onun için bile teselli cümleleri kurabiliyor insan. Bazen büyüyüp arşa çıkıyor bazen küçülüp eriyor acılar. Başkasının verdiği teselli ile de hayat geçmiyor. Şükrü Erbaş’ da böyle düşünmüş ki ne güzel özetlemiş;
“Sonra bir gün hiçbir sözün kalbinizi karşılamadığını görürsünüz. Sizin hikâyeniz değildir harflerin çatısı altındaki o ayrılıklar, köpüren bakışlar, arzulu parmaklar. Sizi göklere çıkaran boşluk, yerin altına doğru çekmeye başlamıştır. Herkes baş dönmesini unutmuştur.
Bir hayıf cümlesi uyanır içinizde usul usul. Birden anlarsınız ki sizin acınızı ancak sizin sözünüz avutacaktır. Yazacaksınız. O sonsuz beyazlığa, kimsenin söylemediği o büyülü dizeyi düşeceksiniz. “Ben’in korkuluksuz köprüleri”nden” geçiş başlamıştır. Mezarları hayata katan bir maceradır bu. Siz biriciksiniz, sözünüz sizden biricik. İnsanın kendi sesinden daha dokunaklı ne olabilir bu kalabalıkta…”
-
Kendisine kibrit toplayıcısı diyen birisiyle tanışmıştım.
Kendisine kibrit toplayıcısı diyen birisiyle tanışmıştım. Bu ne demek diye sorduğumda “bayağı kibrit topluyorum, koleksiyonum var” demişti. Hadi ya neden kibrit diye sordum. (içinden saçma saçma sorular soruyorsunuz dediğini düşündüm 🙃). “Bir sebebi yok, hoşuma gidiyor her gittiğim ülkeden, şehirden, mekandan kibrit topluyorum” dedi.
Sonra hatırladım ki ben de ilkokula giderken taş topluyordum. Arka bahçede sabuna benzeyen minik renkli taşlar olurdu. Sabun taşı diye toplar saklardım. Aslında haklıydı insanın her eyleminde bir anlam olması gerekmiyor. Bazen sadece bizim bildiğimiz bir neden var ve bu hissi anlatmaya çalışmak saçma oluyor.
George Berkeley, uzak bir ormanda bir ağaç devrilirse ve çevrede hiç kimse yoksa ağaç devrilirken ses çıkar mı? diye soruyor. Tam hatırlayamadığım bir sözde de; “bakışımla karşılaşmasaydın yoktun, seni algım var etti” diyordu. Bakmak bir eylem, görmekse bilinçli bir çabadır.
Taşlara tekrar dönecek olursak Kemal Sayar’ın ‘Başı Sınuklar İçin Kılavuz’ kitabından bir bölümle, akıl ve mantık çerçevesinde cevaplayabiliriz bu soruyu: “çakıl taşı kendi asıl isimsizliğinde, öylesiliğinde dururken gözümüz ona ilişir ve onu güzel buluruz sözgelimi. O öylesine güzeldir, ama bakışımız onu kuşattığında ona dönük estetik yargımız devreye girer, rengine, şekline, büyüklüğüne bakarız. Oysa çakıl taşının bundan haberi olamaz, o kusurlu ya da kusursuz değildir ve ona iliştirilecek bir sıfata da ihtiyacı yoktur. Çakıl taşı zihinlerimizin öznel, keyfi ve suni ikilikleri tarafından bölümenmemiş bir evrende var olmaya devam etmektedir. Kendi öylesi var oluşunda kendi halinde var olmaya devam eder. Ona ilişen hiçbir bakış ve yargıdan haberi olmaz. Kendisi olarak kâinattaki varlığını devam ettirir.”
Yine de ben, her şeyin içine romantizm katabilen, felsefenin ve estetiğin doruklarına çıkaran Fars edebiyatına ve şair Sohrap Sepehri’ye inanmak istiyorum. “Çağır beni” şiirine kapılıp istediğimiz maddeyi manevi duygularla doldurabiliriz çünkü neden yapmayalım 🙃
“ve aşkın özelliğidir bu
kimseler yoktur
gel yaşamı çalalım öyleyse
paylaşalım iki görüşme arasında
gel birlikte taşın halinden bir şeyler anlayalım.” -
Ruhunuza batacak olan dikeni kendiniz seçmek ister misiniz?
Tanıdık bir yarayı mı istersiniz yoksa yeni, belirsiz bir sızıyı mı? Yeşil dikenler mi yoksa tatlı, şirin mor renkli olanlar mı? Ruhunuza batacak olan dikeni kendiniz seçmek ister misiniz?
“Tolstoy’un bisikleti” diye bir kavram var. Tolstoy altmış yedi yaşında bisiklet sürmeyi öğrenmiş ve bu kavram onunla özdeşleştirilmiş. Kavram bize, öğrenmenin yaşı olmadığını ve hayatta hiçbir şey için geç olmadığını anlatıyor. Peki onu altmış yedi yaşında bisiklet sürmeye iten kuvvet nedir? Kesin sebebini ben de bilmiyorum ama muhtemelen ‘ölüm korkusu.’ Artık sona geldiğini hisseden insanın korkuları sona eriyor; yerini sakin bir teslimiyet alıyor. Zamana, mekana, eşyaya teslim olmak. ” İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar? Ya çıldırır ya da öleceğini unutur,”diyor Nazım Hikmet. Ya siz, unutanlardan mı olmak istersiniz yoksa çıldıranlardan mı?
Tolstoy’u altmış yedi yaşında bisiklet sürmeye iten kuvveti biliyoruz ya da tahmin edebiliyoruz. Peki insanı altı yaşındayken bisiklet sürmeye iten kuvvet nedir? Merak, tutku, heyecan… Belki de hiçbir zaman adını bilemeyeceğiz ama yaşımız kaç olursa olsun, şartlar nasıl olursa olsun, bizi yaşama bağlayan, güzellikleri aratan ve bulduran içimizdeki o tanıdık his iyi ki var.
-
Herkesin zamanı farklı diyorlar, herkesin zamanı kendine.
Sokakta yürürken, nemli havayla beraber iyice ağırlaşan kötü bir koku aldım. Birileri yakına çöpünü atmıştır diye düşünürken, yanımdaki kişi “hayır bu koku önünde durduğumuz ağaçtaki çiçeklerden geliyor” dedi. Sonra yanımdaki diğer kişi içimden geçenlere tercüman olmuş gibi “bir çiçeğe böyle kokmayı yakıştıramadım” dedi.
Elimdeki çiçeğe bakarken bu kadar güzel olup nasıl kötü kokuyorsun dedim. Çiçekler güzel kokar diye bir yargı oluşturmuşuz. Bir süre sonra onun canlı kanlı bir varlık olduğunu, beni duyuyorsa ve konuşabilse neler söyleyeceğini düşündüm. Sonra ağacın dikilme aşamasını, ne kadar zamanda çiçek açtığını, bundan da öte her çiçeğin mitolojik bir hikayesi vardır, onun da var mı diye merak ettim:
“Günlerden bir gün güzeller güzeli bir prenses güneş tanrısına âşık olmuş. Prenses sonunda cesaretini toplayarak, aşkını ilan etmiş. Fakat güneş tanrısı prensesin aşkını geri çevirmiş. Bu duruma çok üzülen prenses, üzüntüsünden canına kıymış. Bedeni yakılan prensesin külleri toprağa saçılmış. Her saçılan külün yerine yasemin çiçekleri çıkmış. Prenses o kadar üzülmüş ki, canını yakan güneş tanrısına olan aşkından, gündüzleri açmayı reddederek, şafak vaktine kadar dilediği gibi açıp, etrafa kokusunu yaymış. Bu aşk hikâyesi gereği, yasemin çiçekleri, geceleri şafak vaktine kadar açarak, yoğun olarak kokusunu yayarmış.”
Bir çiçeğin koku yaymak için saat kollaması gerçekten garip geldi ve yine çiçeklerin kadınla özdeşleştirildiği bu mitolojik hikaye Sinem Sal’ın ‘Bizim Zamanımız’ kitabından Mihrap karakterini hatırlattı. Kırılgan, yalnız ama bir o kadar da güçlü. Kendi hislerine ve hikayesine sahip çıkan bu kadın gibi bizim Yasemin Prenses de kendine kıymadan önce Mihrap’ın şu sözlerine benzer birkaç cümle söylemiş olabilir:
“Her şeyin bir zamanı olduğunu öğrendiğimden beri müthiş korku duyuyorum. Koskoca dağlar, denizler altı günde yapılmış mesela, bir portakal ağacı üç yılda meyve veriyormuş. Tanımlanmamış bir ağaç türüyüm diyelim ya da henüz yaratılmamış bir gezegen. Allah’ım beni kaç günde tamamlar sence? Ne kadar bekleyeceğim? Önümde bir örnek de yok. Herkesin zamanı farklı diyorlar, herkesin zamanı kendine. Ya ikimizin ki?”
-
Eve giden yol ise yara izleriyle döşeniyor.
Çırpına çırpına uçan kuşlar mı daha yorgundur, ağır ağır süzünler mi? Hiç bir zaman öğrenemeyeceğim. Yine gelip penceremin önüne kondu. Kulağı dolduran, yalnızca kendini dinleten bir ötüşü var. Uzak bir ağaç dalında bıraktığı yavrusuna mı sesleniyor, diğer kuşlarla günün planını mı yapıyor yoksa sadece var oluşunun gereği öylesine ötüyor mu? Merak ediyorum. Çok merak ediyorum. Eğer cevap vereceğini bilsem aklımdan geçeni hemen sorardım: Uçmayı ilk öğrendiğin an ne hissettin, hiç durmadan ne kadar uzağa uçabilirsin?
Alacağım cevapla ne yapacağım, bu büyülü bilgiyle nereye gideceğim bilmiyorum. Hiç uzak bir diyarı düşlemedim ki, gözümü uzaklara dikmedim. Aklımdan bile geçirsem kalbim nasıl atacağını şaşırır: sesim, soluğum düşman olur bir yol hayaline, kalbimse bütün uzaklara kırgın.
Her zamankinden daha tiz, içime hüzün dolduran bir tınıyla ötüyor. Başımı biraz kaldırıp baktığımda sol kanadındaki yarayı görüyorum. Yara alanlar yaralı olanı gözünden hatta sesinden tanıyor, eliyle koymuş gibi buluyor: kendi yarasından oluk oluk kan akarken “dur bakalım seni iyi edeceğim” diye dolaşıyor. Ve işte bütün mecruhlar ruhumuzda kusurlu bir güzelliği gezdiriyoruz. Camı açıp kanadının haline baksam mı diye düşünürken, minik çırpınışlarla usul usul uzaklaşıyor.
Usul usul uçuşunu izlerken, yola çıktığım o ilk günü, giderken kopardığım küçük kıyameti hatırlıyorum. Yaralı bir yolcu olmanın hüznü ve yolun belirsizliği; bilinmeyen her duygu, iplik gibi bir makaraya sarıp döndürüyor küçük kalbimi. Döne döne sarmal olan hislerim, sonra hangi çizgi geçiliyorsa, bir noktada olgunlaşıp katılaşıyor. İçimde bir boşluğa yerleşiyor ve o boşluğu kaplıyor. İşte ben bugün küçük kıyametimi hâlâ yanımda dolaştırıyorum. Her gidişte her kalışta tekrar o küçük yolcu oluyorum.
Yaranın yerini dahi bilmiyorum. Tek anladığım bir gün karanlıkta kalabilir mişim. Kalmaya da bilir mişim. Belki hiç olmamış, gelip beni bulmamış gibi geçip gidebilirmiş bu yara. Ama işte bir gün karanlıkta kalabilir mişim.
Kim bilir kaç zaman geçti, bekleyişle; saymadım, bekledim. Ne beklediğimi bile bilmeden. Çok eski bir yara insanın evi oluyor zamanla, üç oda bir salon ruhuna yerleşiyor.
Eve giden yol ise yara izleriyle döşeniyor.
-
Her gideni uğurlamak her geleni karşılamak şart mı?
Her gideni uğurlamak her geleni karşılamak şart mı hâlâ karar verebilmiş değilim. Tek bildiğim bu seneyi hiç birimiz unutmayacağız. Hem kapanmayacak bir yara açtı hem de bütün olanlara rağmen ilerleme cesaretiyle büyüttü hepimizi. Benim için de öyle.
Hayalini kurduğum, cesaret edemediğim için sadece uzaktan izlediğim her şey tek tek gelip buldu beni. Küçük bir adım yetti. Muazzam insanlarla tanıştım ki birbirimizin hayatına, hayallerine dokunduk. Yolumuza küçük ışıklar yaktık. Anlattıklarımdan çoğunu anlayan içimi okur gibi destek olan insanlar görmek kalbimi büyüttü.
Bu hissi özetlemek için en güzel tanımı sevdiğim bir arkadaşımdan çalacağım. Altı sene önce Eda’dan duydum. İlham kaşifi diyor kendine. İlham almak ve ilham olmak. Sadece kendin için değil başkaları için de güzel şeyler dileyebilmek, bunun için uğraşmak. Sadece güçlenmek değil aynı zamanda birilerine güç vermek. Büyümek yeterince zor, bir yerlerde takılıp düşmek muhtemelken bir söz, bir cümle, küçük bir hareketle moral buluyoruz. Bu yılın tek tesellisi karşıma çıkan güzel insanlar diyebilirim. Bunlar da fotoğrafını çekebileceğim somut ganimetlerim. Her şeye rağmen umutlu yıllarımız olsun 🌼🪷
-
Gökyüzüne bakınca birinin aklına gelmek
Gökyüzüne bakınca birinin aklına gelmek, sen seversin diye belirli aralıklarla seninle paylaşması. Daha anlamlı bir hediye var mı bilemiyorum ama böyle güzel kalpler var hayatımda. Küçük detayların, başkasına saçma gelen küçük sevinçlerin, ee noldu şimdi bunu yapınca para mı kazandın denilen boş işlerin, arada bir de görüşülse hatırlayınca içini ısıtan arkadaşlıkların kölesi olduğumu fark ettim. “Yarın daha net görünür inşallah” mesajıyla gönderildi fotoğraf. Bugün yeni yaşıma girerken bir şey daha fark ettim. Ulaştığım yaşın ve idrak noktasının bana söyledikleri tam da bu. Bugün biraz bulanık ama yarın daha net olur. (Ay tutulması var tabi onu hesaba katabiliriz. Neyse bilimsel kısmı geçelim 🙃) Kendimizi tanımak için her zaman bir ömür harcamak gerekmiyor, başka birisinin gözünden de bakabiliyoruz ve bence bu çok hoş 💫