Fındık büyüklüğünde nara benzeyen yemişler. Ne olduklarını çok merak etmiştim. “Bu Mersin ağacı, Murt da derler” dedi bahçenin sahibi. Mersin’de Mersin ağacı vay diye gülümsedim. “Bayramlarda yapraklarını götürüp mezarlara dikeriz. Yeni doğan bebekleri yıkarken sularının içine koyarız, pişiğe falan iyi gelir”dedi. İlk defa böyle bir şey duymuştum çok garip. Hem mezarlara konulan hem de yeni doğan bebekler için kullanılan bir bitki. Sonra araştırdığımda Murt, Mersin ağacının mitolojik bir hikayesi olduğunu da öğrendim; bir ağacın dalını kopardığı için donup ağaca dönüşen annenin kuruyup kalmadan önce çocuğunu kucağına alarak ona nasihat ettigi bir hikaye. Ölüm ve yaşam. Bitiş ve başlangıç. Hayatın nerede bitip nerede başladığı herkes için göreceli aslında.
“Kolumuz bile iki tane, bir gözümüz giderse diğeri var” dedi bahçenin sahibi. Pek de güven vermeyen bir teselliydi, ikna olmadım ama başka çarem de yoktu. Siyah civcivin sessiz dostluğu daha anlamlı gelmişti. Hiçbir şey ölüm kadar kesin değil ama onun için bile teselli cümleleri kurabiliyor insan. Bazen büyüyüp arşa çıkıyor bazen küçülüp eriyor acılar. Başkasının verdiği teselli ile de hayat geçmiyor. Şükrü Erbaş’ da böyle düşünmüş ki ne güzel özetlemiş;
“Sonra bir gün hiçbir sözün kalbinizi karşılamadığını görürsünüz. Sizin hikâyeniz değildir harflerin çatısı altındaki o ayrılıklar, köpüren bakışlar, arzulu parmaklar. Sizi göklere çıkaran boşluk, yerin altına doğru çekmeye başlamıştır. Herkes baş dönmesini unutmuştur.
Bir hayıf cümlesi uyanır içinizde usul usul. Birden anlarsınız ki sizin acınızı ancak sizin sözünüz avutacaktır. Yazacaksınız. O sonsuz beyazlığa, kimsenin söylemediği o büyülü dizeyi düşeceksiniz. “Ben’in korkuluksuz köprüleri”nden” geçiş başlamıştır. Mezarları hayata katan bir maceradır bu. Siz biriciksiniz, sözünüz sizden biricik. İnsanın kendi sesinden daha dokunaklı ne olabilir bu kalabalıkta…”
Bir yanıt yazın